16 Eylül 2007 Pazar

Gül’ün Cumhurbaşkanlığı Sürecinde Dikkatten Kaçanlar ve “Tek Adam” Rejimine Dönüşen Türkiye


Uzun süredir gündemde yer tutan Cumhurbaşkanlığı konusunda sayısız haber, analiz ve yorum yapıldı. Bir noktadan sonra yeni bir şey söylemek imkansız hale geldi, çünkü söylenebilecek her şey söylenmiş olmuştu. Ben de konu hakkında arada bir yazmak istemiş ama beklemeye karar vermiştim, şimdi de “az” dile getirilen ama bence son derece ciddi birkaç sonuca dikkat çekmek istiyorum.
Henüz Cumhurbaşkanı seçilmemiş, seçileceği de kesinleşmemiş olsa da bugüne kadar yaşananlar Türk politikasında bazı isimleri çok ciddi şekilde etkiledi. Siyasetin merkezine çok yakın olmasam da birkaç milletvekili tanıyan, Türkiye’de işlerin nasıl döndüğünü bilen biri olarak uzak da değilim.
Öncelikle Abdullah Gül’ün tekrar aday gösterilmesi konusundaki kararı çok uzun süre bekledik. Bu süre spekülasyona, karşılıklı suçlamalara ve atışmalara doğum ortamı sağladı. Gördüklerimin düşündürdükleri AKP’nin Gül’ü aday göstermekte yeteri kadar kararlı olmadığı yönündeydi. Yani “Gül karar veremiyor, başka bir ‘kariyer yolu’ düşünüyor, istediğini bilse tüm AKP zaten arkasında” şeklinde bir açıklama inandırıcılığını yitirdi.
Aynı şekilde R. T. Erdoğan’ın “Kardeşimin Cumhurbaşkanlığı’nın arkasındayım” imaları da güçsüz kaldı. Öte yandan tarafsızlıktan ziyade taraftar psikolojisiyle yayın yapan yayın organları, “Gül’ün aday olmaması” yönünde seviyeli biçimde görüş bildirenleri ağır biçimde suçlarken Gül’ün bu kadar kararsız kalmasının temelinde yatan nedeni, AKP ve Erdoğan’dan yeteri destek almayışını görmedi ya da göremedi. Asıl bu desteğin yokluğu Gül’ün Cumhurbaşkanlığı hedefini sorgulanır kılıyordu.
Eğer Erdoğan ve AKP kurmayları seçim sonrası Gül’ün halen adayları olduğunu kısa sürede dile getirseydi Gül bu kadar yıpranmaz, Gül’e seviyeli ya da seviyesiz şekilde muhalefet yapanlar söylemlerini değiştirmek zorunda kalır, buna bağlı olarak Gül’ü destekleyenler de duruşlarını farklılaştırmaya mecbur kalır, bambaşka bir süreçten geçerdik. Son dönemdeki gelişmeleri Gül’ün kendi partisinden yeterli desteği alamadığı, Gül’e gönülden destek verenlerin de bilinçli ya da bilinçsiz olarak hedef saptırdığını söyleyerek özetleyebiliriz.
Peki Gül’ün yıpranmasının ideolojiler dışındaki nedeni sadece bu muydu? Tabii ki hayır, Gül, Türk siyasetinin bir numaralı “mağdur” ismi Erdoğan’ın yaptığını yapmadı ya da ona hamle alanı bırakılmadı, Çankaya’dan vazgeçemedi. Eğer çok iyi gizlenen bir oyun çevresindekiler tarafından Gül’e oynanmamış ise Gül süreci iyi yönetemeyerek kendine büyük zarar verdi. Çankaya’dan vazgeçse ve bu kararını en geç 23 Temmuz’da açıklasa idi, “erdemli” etiketini alacak, hatta “ikinci büyük mağdura” dönüşerek düşküne acıyan Türk milletinden gelecekte daha da fazla destek alacaktı. Ama bu kararı 24 Temmuz’da veya çok daha geç verse idi kamuoyunun yorumu bu kadar net olacaktı: “Gül’ü çok istediği Çankaya’dan Erdoğan ve AKP vazgeçirdi!”
Yani kendi erdemi ile hırsını ve egosunu bastırmış olamayacak, vazgeçirilmiş, önü kapatılmış olacaktı. İkinci seçenekte karar kıldı, Cumhurbaşkanı adayı oldu. Ama bunu o kadar zor ve geç kararlaştırdı ki kamuoyunun gözünde şu görüntü oluştu: “Ne istediğine uzun süre karar veremedi, Erdoğan’ın ve AKP’nin gizli uyarılarına rağmen mevki arzusundan vazgeçmedi, zorla Cumhurbaşkanlığı’nı aldı”.
Erdoğan “Bence aday olmalı, adayım Gül’dür” demek yerine sürekli olarak “Kendi kararıdır” açıklamasını yapar, partiden de açıkça Gül’ü destekleyen bir sinyal gelmezken zamanında Başbakanlığı Erdoğan’a huzurla devreden Gül’ün Cumhurbaşkanlığı talebi karşısında başka bir şey düşünmek, en azından sorgulayan bireyler için, çok zor.
Gelelim Türkiye’nin tek adamla yönetilir hale geldiği sürece. Öncelikle AKP’de önemli konumlarda bir iki isim tanıdığımı, samimi olmasam da sohbetlerinden önemli çıkarımlarda bulunabildiğimi belirtmek isterim. Türkiye’de çoğu siyasi parti gibi AKP de açık bir şekilde lider ve onun çok dar bir yönetici kadrosunun partisi. Ama bu siyasi kültüre alışık olduğumuz ortamda son aylarda yaşananlar durumu daha da ilginç, uç noktalara taşıdı.
Zaten seçimler yaklaşıyordu ve her partinin lideri seçim sayesinde kimlerden kurtulacağını hesaplamaya hazırlanıyordu. Araya Çankaya tartışması girince AKP’nin öne çıkan isimlerinin çoğunun yıprandığını gördük. Öncelikle Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener yeteri kadar bilgi sahibi olmadığım bir süreç sonrası AKP’den tekrar milletvekili olmadı. Şener’in AKP’nin en çok öne çıkan isimlerinden biri olmasına rağmen fazla dikkat çekmeden, partiye olabildiğince az zarar vererek uzaklaşması veya uzaklaştırılması AKP için beklenenden olumlu bir gelişme oldu.
Bir önceki TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanı vekili Bülent Arınç ise Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde de sözlerini sakınmadı ve “Çankaya’ya dindar bir Cumhurbaşkanı seçmemizi istemiyorlar” gibi tarihe geçen bir açıklamayla sivrildi. Sivri demecinin daha da fazla sivrilmesinin nedeni ise AKP’den bu demece destek gelmemesi, dışlanması, adeta kutuplaştırılması idi. Bu tutum Arınç’ın günah keçisi olarak seçilmesini kolaylaştırdı. Arınç tutum ve duruşu ile bu eleştiriyi hak etmiş olsa da AKP’nin ve Erdoğan’ın da bir günah keçisine ihtiyacı vardı, böylece AKP’nin gerçekten de ne kadar farklı ideoloji ve çıkar gruplarından oluştuğu anlaşılabilecek, Erdoğan ve yönetim kadrosunun bu farklı beklentileri yönetmede zorlandığı ama bunu başardığı gösterilebilecekti. Bu süreç sonunda Arınç ismi ciddi şekilde yıprandı, Erdoğan ismi ise ağırlığını korudu.
Ve Abdullah Gül yazımın ilk bölümünde ele aldığım şekilde yıpranmaya başlamıştı, seçim sonrası da yıprandı, yıpratıldı. Eğer Çankaya’ya çıkmayı seçmeseydi bugün partide eskiye oranla çok daha güçsüz bir “Gül algılaması” olacaktı. Bir iki ismi daha değerlendirmek mümkün ama birkaç ay önce AKP deyince akla gelen dört kareasına odaklanmak bence yeterli: Gül, Şener ve Arınç isimlerinin ciddi şekilde yıprandığı ortamda Erdoğan’ın ismi gibi liderliği ve iktidarı da pekişti.
Tabii ki bir ülkeyi tek kişi yönetemez, geleceğini düşünenler bunu denemeye de kalkmaz. Erdoğan da çevresindekilerin gördüklerine, söylediklerine değer veriyor, fikir alışverişinde bulunuyordur. Fakat son dönemde yaşananlar Erdoğan’ın ağzından çıkanların ağırlığını kat kat arttırtı. Yakın siyasi geçmişimizde örneği olmayan bir “tek adam” dönemine girdik.
Zaten “demokrasi” kelimesini yerli yersiz kullanan, kendi çıkarı için ciklet gibi çiğneyenlerin ülkesindeyiz. Bunun Meclis’e yansıması ise parti liderlerinin bir dediğini iki etmeyen milletvekilleri, blok şekilde el kaldıranlar, hatta, hala yalanlanmadığına göre, Cumhurbaşkanlığı için Erdoğan’ın verdiği boş kağıtların altına imza atan milletvekilleri! İşte böylesine demokratik(!) bir ortamda, çoğulculuk, farklı fikirlerin tartılması için elimizde kalan son umut noktasu parti tepe yönetimleri oluyor. Ama bugünkü görüntü Türkiye’nin çok güçlü bir “tek adam” tarafından yönetildiği şeklinde.
“Tek adam rejiminin” artı ve eksilerini tartışmak da bu yazı kadar uzun tutacağından şimdilik tarihteki tek adam örneklerinin ne kadarının korkutucu ne kadarının cesaret verici olduğunu düşünmenizi önermekle yetineyim. Ve son olarak da “yedeklemenin” önemine dikkat çekeyim. Her kurum, topluluk, organizasyon acil durum planları yapmalıdır, her anahtar görev ve sürecin yedeklenmesi, bunları yürüten kişilerin de kendi yerini alabilecek kişiler yetiştirmesi o varlığının geleceğini güçlendirecektir. Gerek Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, gerek daha geniş anlamda Türk Devleti gerekse de AKP açısından bu yedekleme yapılmakta mıdır? Yoksa Allah göstermesin beklenmedik şekilde Erdoğan görevini yerine getiremeyecek olursa AKP’nin başına geçecek kişi partinin üst yönetiminin, tabanının ve daha önemlisi Türkiye’nin güvenini sağlayabilecek midir!
Çok boyutlu düşünmenin önemini, hele bu çağda, unutmayalım…
Technorati Tags: , , , , , , , , ,

Hiç yorum yok: