16 Eylül 2007 Pazar

Santralİstanbul Artık Sanat ve Bilgi Üretecek


1911′de kurulup 1983′te kaderine terk edilene kadar İstanbul’a elektrik sağlayan Silahtarağa Santrali çeyrek yüzyıl sonra tekrar İstanbul için üretmeye başladı. Bu sefer sanat ve bilgi üretimine ev sahipliği yapacak olan Santral, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Santralİstanbul adlı yeni kampüsüne dönüştü.

İstanbul gibi büyük ve kalabalık bir şehirde “şehir üniversitesi” kavramının uygulamaları apartmanlarda ÖSS dershanelerinin bir kopyasından öteye geçmekte zorlanırken böylesi bir açılımın önemi büyük. Geçmişimiz, mevcut meşguliyetimiz ne olursa olsun bu büyük şehre bakıyor ama sunabileceklerini görmüyoruz. Şehir merkezine bu kadar yakın, bu kadar büyük ama şaşırtıcı derecede unutulan mekanların olması bu hakkını vererek yaşamadığımızın bir göstergesi!

İstanbul Bilgi Üniversitesi‘nin eğitim misyonu bir yana şehir üniversiteciliği alanında yaptığı atılımlar bile varlığını anlamlandırır değerde. Santralİstanbul sadece bir üniversite kampüsü değil. Elektrik santralinin önemli bir bölümü korunarak enerji müzesine dönüştürüldü. Tesisin diğer alanları da el verdiğince sanatsal çalışmalara ev sahipliği yapmanın ötesinde bir galeri olarak da şehir kültürüne katkıda bulunacak.
Geçen Cumartesi günü açılışına gittiğim Santral gerçekten de heyecan vericiydi. Açılış sergisi olan “Modern ve Ötesi” Şubat 2008 sonuna kadar gezilebilir. Özellikle İstanbul Bienali‘nin sürdüğü bu günlerde Santralİstanbul’u ziyaret etmek daha da anlamlı olabilir, çünkü Bienal’in bir ayağı da orada.
Açılış gecesi ise Santralİstanbul’un bu etkileyici hikayesinin önemini ve İstanbul Bienali’nin artık uluslararası alanda ne kadar saygı gördüğünü anlamamı sağladı. Gecede pek çok yabancı sanatsever, turist harika bir ışık gösteri izledi, akşam 9′da resmen açılan enerji müzesine akın etti.

Santral Eyüp’de, Haliç kıyısında yer alıyor, Miniaturk ve R. Koç Müzesi’ne yakın olduğunu düşünürsek bölgenin zenginleştiğini mutlulukla söyleyebiliriz.

Garip Bir 3. Nesil İhalesi, Boykot Ettiren Telekomünikasyon Kurumu

AB üyesi ve adayları arasında mobil iletişim altyapısında 3. Nesil’e geçmeyen tek ülke biziz. IMT-2000/UMTS (3N) hizmet ve altyapılarına ilişkin yetkilendirme ihalesi uzun yıllar bekledikten sonra 25 Mayıs’ta yapılacaktı fakat seçim sonrasına, bugüne bırakıldı. İhale için açılış bedeli anlamsız şekilde çok yüksek tutuldu, Telekomünikasyon Kurumu (TK) A tipi lisans için verilebilecek en düşük teklifi 252 milyon Avro olarak belirledi.
Bu dönemde 3. Nesle geçiş GSM pazarı gündeminde yalnız değildi. Yine bu kadar geç kalan sayılı ülkelerden biri olduğumuz bir uygulama da “numara taşınabilirliği” yani aynı numara ile farklı operatörden hizmet alabilmekti. Turkcell’in bu konudaki çalışmalara itiraz ederek yargıya taşımasından sonra diğer iki operatör bir gelişme olmaması, gecikme nedeniyle 3. Nesil ihalesine teklif vermediklerini açıkladılar. Ve bugün Turkcell A tipi lisans alan tek firma oldu. 321 milyon Avro’luk teklif KDV ile yaklaşık 685 milyon YTL ediyor. İhale sonucu TK tarafından değerlendirilecek ve onaylanırsa lisans verilecek.
Bu iki paragraftaki sınırlı bilgi 3. Nesil’i gündeme almayı da ihale etmeyi de pek beceremediğimizi gösteriyor. Serbest rekabet ortamında düzenleyici kurumların önemi çok büyük. TK dışında Rekabet Kurumu (RK) da özellikle iletişim, telekomünikasyon alanlarında insiyatif alma ve etkisini gösterme sorumluluğu taşıyor. Yıllardır sabit hat telefon ve İnternet erişiminde Türk Telekom tekelinin yönetilememesinin bir benzeri de GSM’de Turkcell’in uygulamaları karşısında tekrar etti. Aria’nın ve Aycell’in pazara girdikleri dönemde Turkcell ve Telsim’in rekabet karşıtı ortak tutumları gibi hareketleri bir yana bıraksak bile tarife değişikliklerinin onay aşamasında, rakip operatör abonelerine yönelik aramalarda belli ülkelerde uygulanan düzenlemelerin yapılmaması ülkemizde çok güçlü bir operatör yarattı.
Bu pazardaki diğer oyuncuların da tepkilerini artık daha yüksek sesle dile getirmeleri normal. Nitekim dün de bugünkü ihaleye teklif vermeyeceklerini açıklamaları dikkat çekici oldu, her ne kadar teklif vermeme kararının arkasındaki neden konusunda spekülasyon yapmak mümkün olsa da!
Konuyu fazla derinleştirmeden numara taşınabilirliğinin bir sembol ama önemli bir sembol olduğunu söylemek gerekli. Ayrıca bu, Turkcell’in numara taşınabilirliği sonrası artık eskisi kadar ayrıcalıklı olmayacağı konusunda TK’nın vermiş olacağı bir mesaj olarak da yorumlanabilir.
TK sonucu onaylasa da, onaylamasa da 3. Nesil ihalesini iki operatörün boykot etmesi, 4. aday Orange’ın vazgeçmesi, Turkcell’in tek başına lisans alması uzun süre tartışılması gereken konulardır. Vizyon sahibi olamamak, hatalar ve yanlış uygulamalar düzeltilmeden üst katların inşasına başlamak böyle sakat çocuklar dünyaya getiriyor. O kadar fazla “sakat” senaryo üretmek mümkün ki!.. Turkcell 3. Nesil uygulamalarına tek başına başlar, diğer firmalara lisans vermek için yeni bir düzenleme veya ihale bir an önce yapılmazsa daha da dengesiz bir pazar yapısı oluşacak. Ya bugün finansmanı uygun koşullarda sağlamış, riski ve getirisi yüksek alan ve fırsatlara ilgi duyan bir yatırımcı kurum lisans alıp Avea ya da Vodafone’u bir süre sonra kendi elindeki lisansa mecbur bıraksa, fahiş bir fiyat isteseydi… Hayal gücünün sınırı yok.
Daha fazla senaryo yapmaktansa yaklaşık 700 milyon YTL’ye lisans verilmesinin mantıksızlığıyla konuyu kapatalım. %18 KDV, %15 Özel İletişim Vergisi ile cep telefonu ile yapılan görüşme ve veri aktarımı sayesinde ciddi gelir elde eden Hazine zaten GSM firmalarını en büyük vergi tahsildarlarına dönüştürdü. Lisans bedelleri düşük tutulsaydı, zaten lisans alması çok yüksek ihtimal olan mevcut operatörler daha düşük ücretle lisans alsaydı muhtemelen ilerde insanlarımız 3. Nesil hizmetleri daha ucuz kullanacaklardı, hem de yine üçte bir oranda vergi ödeyecek olmalarına rağmen. Turkcell 700 milyon YTL lisans bedeli ödeyerek gider kalemini büyüttüğünden bu yıl yaklaşık 150 milyon YTL daha az vergi ödeyeceğini bilmem söylemeye gerek var mı…

Mercury’den Kafkas Dansları ve Düşündürdükleri



Cuma akşamı Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda “Ateşin Çocukları - Mercury” Kafkas dans gösterisini izledim. Dünya üzerindeki her halk ve topluluğun kendine has hasletleri mevcut, Kafkasya’nın nispeten az nüfuslu topluluklarının dikkat çeken özellikleri ise kanımca acıya, göz yaşına, melankoliye prim vermeme, hep dimdik ve asil, güzel ve güçlü görünmeye çalışmaları. Bu durum sosyal hayatlarının her anında kendini gösterirken tabii ki danslarına, eğlencelerine de yansımış.
Kafkas, örneğin Çerkez danslarını daha önce az da olsa izlemiş, ya da görmüş olanlar kızların asil duruş ve süzülerek yer değişmelerini, erkeklerin onlar karşısında sunduğu saygılı ve etkileyici hareketleri bilir. Ateşin Çocukları gösterisi ise Kafkaslar’ın sert coğrafyası ve karmaşık tarihinin etkilerini daha çok sergileyen, daha sert ve tempolu, hatta Kafkaslar’dan ayrılma, sürgün döneminin zorluk ve acılarına da dikkat çeken bir yorum sunuyor. Ayrıca yöresel ezgiler ve şarkılara da hatrı sayılır süre ayrılması gösterinin hedef kitlesinin daha çok Kafkas göçmenleri ve çocukları olduğunu düşündürebilir. Ama ilgili olanların görmesini tavsiye ettiğim Ateşin Çocukları’nın Türkiye turnesi devam ediyor. Mercury web sitesinden programa ulaşabilirsiniz, başlangıç saatlerinde gitseniz de yer bulmakta zorlanacağınızı tahmin etmiyorum.
Kökeninde Kafkaslar ile bir şekilde bağlantısı olanların daha da zevk alabileceğini ima etmemin nedeni ise Mercury grubunun henüz birkaç sene önce Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde kurulmuş olması ve bu bölgenin insan kaynağı ve olanaklarından faydalanarak bir şeyler ortaya koymaya çalışması. Gösteriyi izlerken Türkiye’nin büyük dans grupları ve performansları ile bir karşılaştırma yapmadan edemedim. Gerçekten de Türkiye artık eski Türkiye değil. Son on yılda bazı alanlarda attığımız hızlı adımlar sonucu uluslararası arenada temsil gücümüz artıyor. Ama önümüzdeki hedef bu gelişme ivmesini tüm ülkeye yaymak olmalı. Büyük, kalabalık, farklı etnik gruplardan ama Cumhuriyet tarihi süresince ortak paydada buluşmuş insan kaynağının çok farklı ve üstün becerileri var. Mevcut konu çerçevesinde örnek vermek gerekirse 70 milyonluk ülkede sadece 1-2 büyük dans grubu değil, her bölgeden uluslararası gösteriler yapabilecek beceride dans grupları oluşturmamız mümkün ve hatta elzem. Kültürel geçmişimizi korumak, bunu turizm ile beraber yoğurmak, zenginliklerimizin değerini bilmemiz gerekiyor.
Cuma akşamı Ateşin Çocukları’nın tek can sıkıcı noktası ise gösterinin 25 dakika geç başlaması idi. Bir önceki paragrafta “Türkiye’nin ivmesini koruması lazım” derken önümüzdeki en büyük sorunun bireysel ve kurumsal sorumluluk, hesap verebilirliklik, etik ve ahlaklı davranmak olduğunu düşünüyordum. İnsanlara, karşımızdakine saygı göstermeyişimiz tehlikeli boyuta ulaştı! Sanat ve gösteri dünyasında da ücretini ödeyerek karşılığında “kültürel tatmin” almak için gelen sayısız izleyiciye saygısızlık yapmak kabul edilebilir değil. Ama tabii Türkiye’de sorunun sürmesinin bir nedeninin de hakkını aramayan, aramaya üşenen, kabullenen insan modeli olduğunu unutmamak gerekli.
Gelişmiş ve kalkınmış ülkelerde zamanın değeri, dakiklik, programlı davranmak ve çalışmak kalkınmada etkili olmuş ve olmaya devam ediyor. Böyle ülkelerde belirsizlik azalıyor, her türlü ekonomik birim arasında, karşılıklı güven kuruluyor. Bizde ise tehlike artıyor, artık, “Ne de olsa toplantı zamanında başlamaz, biraz geç gidelim” diyenler artıyor…
Technorati Tags: , , , , , ,

Hücum Edemeyen 12 Dev Adam ve Görevde Kalan Yöneticileri


Türkiye’nin ikinci popüler spor dalı basketbolda özellikle “12 Dev Adam” temasıyla birlikte A Milli Takım’a ciddi bir ilgi var. Avrupa’nın sayılı basketbol ülkelerinden biri olan Türkiye son dönemde bu sporda da bir gerileme dönemine girmiş olsa da A Milli Takım’dan beklentiler her zaman oldukça yüksek. Ama elde edilen sonuçlar 2006′daki Dünya 6.lığı dışında pek de tatmin edici olmadı.
2006′da Japonya’daki turnuvayı o dönem vatani görevimi yerine getirdiğimden izleyememiştim. Bu nedenle neredeyse 2 yıl sonra ilk kez 12 Dev Adam’ı İzmir’deki Efes Pilsen World Cup maçlarında izleyebildim ve gördüklerime daha fazla dayanamayıp yıllardır 12 Dev Adam yazmama orucumu bozmaya karar verdim.
Evet ülkemizde kendini teknik adam sanıp “bu takım şunu şöyle yapmalı” diyenlerin haddi hesabı yok. Ama yıllarını basketbola vermiş, yaz aylarında tatil yerine takımla kamp yapmış, sadece ekrandan değil tribünden de bir hayli maç seyretmiş, hayatında basketbol çok büyük yer tutan biri olarak sanırım benim diyeceklerim yersiz olmayacaktır.
Uzun yıllardır milli takımlarımızı izliyorum, kadrolarımız yavaşça değişiyor, teknik ekipler de. Tartışmalarımız da değişir gibi oluyor ama dönüp dolaşıp aynı tartışmaları sürdürür buluyoruz kendimizi. “Takımda huzursuzluk”, “A uyumsuz”, “B takıma uyum sağlar mı”, “NBA oyuncuları olsun mu” gibi ortak noktası “takım olamamak” gibi gözüken küçük tartışmalardan neden kurtulamadığımızı araştıracağımıza bu atışmalardaki tezlere kapılıyoruz.
Bu tartışmaların temelinde yatanları ise iki ana nedene bağlamalıyız: Davranışsal sorunlar ve idari yetersizlikler. Davranışsal sorunlar ülkemizde her yerde karşımıza çıkıyor, eğitimini, toplumla bütünleşmesini tamamlayamamış bireyler kendilerine saygı duymadan çevrelerindekilere de duymuyor ve bu durum şirketlerde, kamu kurumlarında, kolektif çalışma gereken ortamlarda sıklıkla verimsizliğe neden oluyor. Ama bugün 12 Dev Adam’ın davranışsal sorunlarına değil yönetilmeyişine odaklanmak istiyorum.
Gerek 2001′de Türkiye’de düzenlenen turnuvaya gerekse de sonrasındaki hayal kırıklıklarına bakarsanız Türk Milli Takımı’nın ciddi bir hücum etme sıkıntısı yaşadığını görürsünüz. Nasıl mı görürsünüz? Turnuvalarda maç boyunca, 40 dakikada atabildiğimiz ortalama sayılara bakar, bunu örneğin turnuva ortalaması ya da belli dereceleri alan takımların ortalamalarıyla karşılaştırabilirsiniz.
Milli takımımızın sayı üretmekteki kısırlığı yıllardır sürerken bu sorunun çözümüne odaklanmayışımız da yine Türkiye’ye özgü bir yadsıma, yanlış yere odaklanma örneği. Peki ben 12 Dev Adam kamplarında bulunmadan, antrenmanları izlemeden nasıl bu soruna eğilmediğimizi iddia edebiliyorum?
2007 Avrupa Basketbol Şampiyonası öncesi son ciddi sınavlar olan Efes Pilsen Dünya Kupası’ndaki önemli maçları izleyerek. İspanya’daki şampiyonada büyük olasılıkla ilk dörtlünün arkasında yer almaya çalışacak olan Hırvatistan gibi mükemmel deneyemeyecek bir takım ile yine benzer durumda olan Sırbistan maçlarımızda hücumda maçın önemli bölümlerinde nasıl kilitlendiğimiz akıllara zarar. Topu nasıl bir oyun sonrası potaya göndereceğine karar veremeyen profesyonel oyuncularımız bazen insiyatif alamıyor, bazen de önceki yıllarda tartışmalara yol açan şekilde tek başına insiyatif alıp kurtarıcı olmaya soyunurken zorlama hücumlarla takım dengesini bozuyor. Lafı fazla uzatmaya gerek yok, formda olmayan Sırbistan’ı dahi nispeten rahat yendiğimiz maçın ilk yarısında, 20 dakikada 40 sayıyı geçemeyişimiz bir işaret. Hele Sırbistan’ın aksine savunma yapmayı seven, hücumda çok silahı olmayan takımlara karşı iyice zorlanıyoruz.
Yıllardır bu sitede onlarca konuda yazıp da basketbola değinmeyen biri olarak sonunda bu konuda yazmamın nedeni Türkiye’nin bu alanda da bir adım ileri gidememesi. Basketbolda hangi oyuncunun nerede durup ne zaman nereye koşacağı, topu kimden alıp kime vereceği takım koçları tarafından belirlenir ve bunlara “set” denir. Her takımın bir çok farklı set hücumu vardır, bu setler antrenmanlarda yüzlerce kez denenir ve maçta mükemmele yakın uygulanmaya çalışılır. Bir Türk Milli Takım maçında ise, hele rakip sert ve baskılı savunma yapıyorsa, maç başabaş ya da aleyhimize gidiyorsa, Türk hücumu sırasında kaos ya da aşırı durağanlık vardır. Topu bir oyuncu alır diğerleri seyreder, ya da sete göre topu alması gerekene top bir türlü ulaştırılamaz, bu durumda diğer oyuncular insiyatif alamaz, zaman harcanır, büyük olasılıkla zorlama, uzak, üç sayılık şutlar denenir. Bereket Türk Milli Takımı’nda iyi uzun mesafe atıcıları vardır ve spiker denedikleri zorlama şut basket olunca adlarını kahramanca haykırır, biz de çok başarılı bir hücum daha gerçekleştirdiğimizi sanırız. Ama bu üçlükler maç sonuna kadar hep basket olacak değildir, nitekim Milli Takım bol bol 3 sayılık atış denediğiyle kalır.
Bu görüntü yıllardır tekrarlanır, her seferinde sorun belli “problemli” oyuncular günah keçisi ilan edilerek çözülmeye çalışılır. Ama ülkenin Milli Takım sorumluları, menajerleri, ardından koç ve asistan koçlar 1-2 yıl değil çok daha uzun süredir varolan bu sorunu çözemezler! İkinci yarısında Türk Milli Takımı’nın geriden takip ettiği bir maçı izlemeye başlarsınız, görüntü aynen şu şekilde olduğu müddetçe bu sayfadaki eleştirim geçerliliğini koruyacaktır: Topu rakip yarı sahaya oldukça geç getiren bir oyun kurucu, geri kalan 16-17 saniyede bir set hücumu denemesi ve daha ilk ya da ikinci pasın verilememesi sonrası bozulan set, top elinde kalan bir oyuncunun önceden belirlenenin aksine rasgele, en yakındaki takım arkadaşını çağırıp savunmacına “screen” koymasını istemesi. Ardından zoraki bir pas, büyük olasılıkla da bir üçlük denemesiyle biten hücum!
Bu hücumu yıllardır düzeltemeyen milli takım koç ve antrenörleri, menajerleri, milli takım sorumluları ve bunlara görev veren federasyon yetkilileri yıllardır görev başında ve yıllardır sponsorların pompoladığı “12 Dev Adam” heyecanından para kazanmaya devam ediyorlar!
İspanya’daki Avrupa Şampiyonası’na çok az kaldı. Duygusallığını bastıramayan Türk sporcular maçlara iyi başladıklarında hücumda disiplini daha uzun süre koruyabiliyorlar. Ümidim her maça iyi başlamamız ve de kendimize güvenimizi koruyup koçtan 2 dakika uzakta kalınca set hücumu uygulamayı unutmamamız yönünde…
Technorati Tags: , , , , , , , , ,

Gül’ün Cumhurbaşkanlığı Sürecinde Dikkatten Kaçanlar ve “Tek Adam” Rejimine Dönüşen Türkiye


Uzun süredir gündemde yer tutan Cumhurbaşkanlığı konusunda sayısız haber, analiz ve yorum yapıldı. Bir noktadan sonra yeni bir şey söylemek imkansız hale geldi, çünkü söylenebilecek her şey söylenmiş olmuştu. Ben de konu hakkında arada bir yazmak istemiş ama beklemeye karar vermiştim, şimdi de “az” dile getirilen ama bence son derece ciddi birkaç sonuca dikkat çekmek istiyorum.
Henüz Cumhurbaşkanı seçilmemiş, seçileceği de kesinleşmemiş olsa da bugüne kadar yaşananlar Türk politikasında bazı isimleri çok ciddi şekilde etkiledi. Siyasetin merkezine çok yakın olmasam da birkaç milletvekili tanıyan, Türkiye’de işlerin nasıl döndüğünü bilen biri olarak uzak da değilim.
Öncelikle Abdullah Gül’ün tekrar aday gösterilmesi konusundaki kararı çok uzun süre bekledik. Bu süre spekülasyona, karşılıklı suçlamalara ve atışmalara doğum ortamı sağladı. Gördüklerimin düşündürdükleri AKP’nin Gül’ü aday göstermekte yeteri kadar kararlı olmadığı yönündeydi. Yani “Gül karar veremiyor, başka bir ‘kariyer yolu’ düşünüyor, istediğini bilse tüm AKP zaten arkasında” şeklinde bir açıklama inandırıcılığını yitirdi.
Aynı şekilde R. T. Erdoğan’ın “Kardeşimin Cumhurbaşkanlığı’nın arkasındayım” imaları da güçsüz kaldı. Öte yandan tarafsızlıktan ziyade taraftar psikolojisiyle yayın yapan yayın organları, “Gül’ün aday olmaması” yönünde seviyeli biçimde görüş bildirenleri ağır biçimde suçlarken Gül’ün bu kadar kararsız kalmasının temelinde yatan nedeni, AKP ve Erdoğan’dan yeteri destek almayışını görmedi ya da göremedi. Asıl bu desteğin yokluğu Gül’ün Cumhurbaşkanlığı hedefini sorgulanır kılıyordu.
Eğer Erdoğan ve AKP kurmayları seçim sonrası Gül’ün halen adayları olduğunu kısa sürede dile getirseydi Gül bu kadar yıpranmaz, Gül’e seviyeli ya da seviyesiz şekilde muhalefet yapanlar söylemlerini değiştirmek zorunda kalır, buna bağlı olarak Gül’ü destekleyenler de duruşlarını farklılaştırmaya mecbur kalır, bambaşka bir süreçten geçerdik. Son dönemdeki gelişmeleri Gül’ün kendi partisinden yeterli desteği alamadığı, Gül’e gönülden destek verenlerin de bilinçli ya da bilinçsiz olarak hedef saptırdığını söyleyerek özetleyebiliriz.
Peki Gül’ün yıpranmasının ideolojiler dışındaki nedeni sadece bu muydu? Tabii ki hayır, Gül, Türk siyasetinin bir numaralı “mağdur” ismi Erdoğan’ın yaptığını yapmadı ya da ona hamle alanı bırakılmadı, Çankaya’dan vazgeçemedi. Eğer çok iyi gizlenen bir oyun çevresindekiler tarafından Gül’e oynanmamış ise Gül süreci iyi yönetemeyerek kendine büyük zarar verdi. Çankaya’dan vazgeçse ve bu kararını en geç 23 Temmuz’da açıklasa idi, “erdemli” etiketini alacak, hatta “ikinci büyük mağdura” dönüşerek düşküne acıyan Türk milletinden gelecekte daha da fazla destek alacaktı. Ama bu kararı 24 Temmuz’da veya çok daha geç verse idi kamuoyunun yorumu bu kadar net olacaktı: “Gül’ü çok istediği Çankaya’dan Erdoğan ve AKP vazgeçirdi!”
Yani kendi erdemi ile hırsını ve egosunu bastırmış olamayacak, vazgeçirilmiş, önü kapatılmış olacaktı. İkinci seçenekte karar kıldı, Cumhurbaşkanı adayı oldu. Ama bunu o kadar zor ve geç kararlaştırdı ki kamuoyunun gözünde şu görüntü oluştu: “Ne istediğine uzun süre karar veremedi, Erdoğan’ın ve AKP’nin gizli uyarılarına rağmen mevki arzusundan vazgeçmedi, zorla Cumhurbaşkanlığı’nı aldı”.
Erdoğan “Bence aday olmalı, adayım Gül’dür” demek yerine sürekli olarak “Kendi kararıdır” açıklamasını yapar, partiden de açıkça Gül’ü destekleyen bir sinyal gelmezken zamanında Başbakanlığı Erdoğan’a huzurla devreden Gül’ün Cumhurbaşkanlığı talebi karşısında başka bir şey düşünmek, en azından sorgulayan bireyler için, çok zor.
Gelelim Türkiye’nin tek adamla yönetilir hale geldiği sürece. Öncelikle AKP’de önemli konumlarda bir iki isim tanıdığımı, samimi olmasam da sohbetlerinden önemli çıkarımlarda bulunabildiğimi belirtmek isterim. Türkiye’de çoğu siyasi parti gibi AKP de açık bir şekilde lider ve onun çok dar bir yönetici kadrosunun partisi. Ama bu siyasi kültüre alışık olduğumuz ortamda son aylarda yaşananlar durumu daha da ilginç, uç noktalara taşıdı.
Zaten seçimler yaklaşıyordu ve her partinin lideri seçim sayesinde kimlerden kurtulacağını hesaplamaya hazırlanıyordu. Araya Çankaya tartışması girince AKP’nin öne çıkan isimlerinin çoğunun yıprandığını gördük. Öncelikle Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener yeteri kadar bilgi sahibi olmadığım bir süreç sonrası AKP’den tekrar milletvekili olmadı. Şener’in AKP’nin en çok öne çıkan isimlerinden biri olmasına rağmen fazla dikkat çekmeden, partiye olabildiğince az zarar vererek uzaklaşması veya uzaklaştırılması AKP için beklenenden olumlu bir gelişme oldu.
Bir önceki TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanı vekili Bülent Arınç ise Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde de sözlerini sakınmadı ve “Çankaya’ya dindar bir Cumhurbaşkanı seçmemizi istemiyorlar” gibi tarihe geçen bir açıklamayla sivrildi. Sivri demecinin daha da fazla sivrilmesinin nedeni ise AKP’den bu demece destek gelmemesi, dışlanması, adeta kutuplaştırılması idi. Bu tutum Arınç’ın günah keçisi olarak seçilmesini kolaylaştırdı. Arınç tutum ve duruşu ile bu eleştiriyi hak etmiş olsa da AKP’nin ve Erdoğan’ın da bir günah keçisine ihtiyacı vardı, böylece AKP’nin gerçekten de ne kadar farklı ideoloji ve çıkar gruplarından oluştuğu anlaşılabilecek, Erdoğan ve yönetim kadrosunun bu farklı beklentileri yönetmede zorlandığı ama bunu başardığı gösterilebilecekti. Bu süreç sonunda Arınç ismi ciddi şekilde yıprandı, Erdoğan ismi ise ağırlığını korudu.
Ve Abdullah Gül yazımın ilk bölümünde ele aldığım şekilde yıpranmaya başlamıştı, seçim sonrası da yıprandı, yıpratıldı. Eğer Çankaya’ya çıkmayı seçmeseydi bugün partide eskiye oranla çok daha güçsüz bir “Gül algılaması” olacaktı. Bir iki ismi daha değerlendirmek mümkün ama birkaç ay önce AKP deyince akla gelen dört kareasına odaklanmak bence yeterli: Gül, Şener ve Arınç isimlerinin ciddi şekilde yıprandığı ortamda Erdoğan’ın ismi gibi liderliği ve iktidarı da pekişti.
Tabii ki bir ülkeyi tek kişi yönetemez, geleceğini düşünenler bunu denemeye de kalkmaz. Erdoğan da çevresindekilerin gördüklerine, söylediklerine değer veriyor, fikir alışverişinde bulunuyordur. Fakat son dönemde yaşananlar Erdoğan’ın ağzından çıkanların ağırlığını kat kat arttırtı. Yakın siyasi geçmişimizde örneği olmayan bir “tek adam” dönemine girdik.
Zaten “demokrasi” kelimesini yerli yersiz kullanan, kendi çıkarı için ciklet gibi çiğneyenlerin ülkesindeyiz. Bunun Meclis’e yansıması ise parti liderlerinin bir dediğini iki etmeyen milletvekilleri, blok şekilde el kaldıranlar, hatta, hala yalanlanmadığına göre, Cumhurbaşkanlığı için Erdoğan’ın verdiği boş kağıtların altına imza atan milletvekilleri! İşte böylesine demokratik(!) bir ortamda, çoğulculuk, farklı fikirlerin tartılması için elimizde kalan son umut noktasu parti tepe yönetimleri oluyor. Ama bugünkü görüntü Türkiye’nin çok güçlü bir “tek adam” tarafından yönetildiği şeklinde.
“Tek adam rejiminin” artı ve eksilerini tartışmak da bu yazı kadar uzun tutacağından şimdilik tarihteki tek adam örneklerinin ne kadarının korkutucu ne kadarının cesaret verici olduğunu düşünmenizi önermekle yetineyim. Ve son olarak da “yedeklemenin” önemine dikkat çekeyim. Her kurum, topluluk, organizasyon acil durum planları yapmalıdır, her anahtar görev ve sürecin yedeklenmesi, bunları yürüten kişilerin de kendi yerini alabilecek kişiler yetiştirmesi o varlığının geleceğini güçlendirecektir. Gerek Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, gerek daha geniş anlamda Türk Devleti gerekse de AKP açısından bu yedekleme yapılmakta mıdır? Yoksa Allah göstermesin beklenmedik şekilde Erdoğan görevini yerine getiremeyecek olursa AKP’nin başına geçecek kişi partinin üst yönetiminin, tabanının ve daha önemlisi Türkiye’nin güvenini sağlayabilecek midir!
Çok boyutlu düşünmenin önemini, hele bu çağda, unutmayalım…
Technorati Tags: , , , , , , , , ,

Gündemde Su Var, Peki İçme Suyunuz Ne Kadar Asidik?

Yüksek sıcaklık, sulardaki kirlenme, su kesintileri gibi nedenlerle “hayat sıvısı” su ülke gündeminin önemli bir maddesi oldu. Kışın yağışsız geçmesi, örneğin tatil merkezlerinden Bodrum’a 3-4 kez yağmur yağması yaz için büyük korku yaratmıştı. Büyük şehirlerde barajların boşalmış olması, sonunda Ankara’daki su sıkıntısı ve kesintiler, ayrıca su kaynaklarının azalması ve kirlenmesi her gün okuduğumuz korkutucu gelişmeler. İçme suyu tarafında ise sevgili Erkan Çelebi’nin ambalajlı su pazarının üç ayda %40 büyüdüğü yönündeki haberini de bugün okuduktan sonra sonunda ben de konuyla ilgili yazmaya karar verdim.
Gerçekten de içme suyu tüketiminde ciddi bir artış söz konusu. Ama maalesef bu kadar önemli bir konuda bilinç seviyemiz çok düşük. Aslında gerek gazetelerde ve diğer medya organlarında, gerekse de başvuru kaynaklarında içme suyunda nelere dikkat edilmesi gerektiği yer alıyor. Ama benim gördüklerim arasında çok önemli bir bilgi göz ardı ediliyor. O da suyun pH derecesi, yani ne kadar asidik olduğu!pH cetvelinde 0 aşırı asit iken 14 aşırı alkalidir, 7 ise asit ile alkalinin ortasındaki sınırdır. Kanımızın pH derecesi ortalama olarak 7,4′tür ve vücut bu değerleri korumak için ömür boyu durmaksızın çalışır. Basit mide rahatsızlıkları, mide kaynamaları, hazımsızlıklar, ötesinde ülser ve devamında mide kanserine kadar varan sağlık sorunlarının temelinde asit çok önemli rol oynar.
Asit birikiminin artması hastalanma olasılığını güçlendirir, stres yaşanmasına sebep olabilir. Kısır döngü olarak stres, salgılattığı hormonlar ile asit miktarını yükseltir, sıkıntı, mutsuzluk, çevrede egzos dumanı, pislik, sigara dumanları asit miktarını arttırır. Asit sağlık durumunun çok önemli bir belirleyicisidir, ama bu konu henüz toplumsal usta, bilinçte yerini almamıştır. Bu nedenle insanlar gün içinde litreye varan asit karışımları içmektedir!
Bu kadar önemli bir değişkenin içme suyu değerlendirirken hiç dile getirilmemesi ise oldukça düşündürücü. Eğer siz de ambalajlı içme suyu tüketiyorsanız lütfen şişenin başına gidin ve etiketteki pH değerine bakın, eğer 7′den düşükse siz vücudunuzdaki asit birikimini az da olsa arttırıyorsunuz. 2-3 ay önce bu konuya bizzat zaman ayırdığımda piyasada sadece Saka suyun pH seviyesinin 7′den yüksek olduğunu (8,1) görmüş ve de evde tükettiğimiz markadan vazgeçip hemen Saka almaya başlamıştım.
Saka su arınma odaklı programlar sunan detoks merkezleri ve benzer yerlerde de tercih edilen marka iken, Saka’nın gerek tanıtımlarında, gerek çağrı merkezinde, gerek web sitesinde bu önemli artısından, avantajından bahsetmeyişi beni şaşırtmaya devam ediyor.
Tabii bu yazı gündemdeki “su” yoğunluğunun üzerine yazılmış bir dikkat çekme çabası. Ama asit oranı yeteri kadar az olmayan su içtiğiniz için çok da endişelenmenize gerek yok, vücudunuz sürekli alkali tarafta kalmak için çalışıyor ve asidin etkisini kısmaya çabalıyor. Ama yine de alkali su içmek kendinize vereceğiniz bir hediye olacaktır. Tabii bundan önce de, asit içeriği çok yüksek olan kola gibi meşrubatların, ayrıca alkollü içkilerin tüketimini kısmanız gerekir, özellikle de mide rahatsızlığı çekenlerin başka bir seçeneği olmadığını bilmem söylemeye gerek var mı.

En Pahalı ADSL Hala Bizde; 4 Mbit Hız Neyimize, 4 Mb’lik hattımız var mı!


Geçen hafta Türk Telekom‘un ADSL fiyatlarında değişiklik oldu. Açılan davalar, yapılan itirazlar az da olsa etkisini gösterdi ve sonunda TT diğer İnternet servis sağlayıcı firmalara sunduğu toptan ADSL bağlantı ücretlerini düşürdü. Böylece diğer firmaların da kar marjlarının biraz açılması, daha rekabetçi fiyatlar ve paketler sunmaları mümkün hale gelecek. Ama mevcut Türk Telekom altyapısı üstünden mevcut düzenleme içinde yararlanan erişim sağlayıcıların TT’ye rakip olması imkansız, çünkü TT hem altyapının sahibi, hem de TTNet adı ile son kullanıcıya erişim sunuyor. Diğer servis sağlayıcılar ise TT altyapısının müşterileri olarak sadece bir “pazarlamacı” işlevi üstleniyorlar.
Şimdilik rekabetin bu boyutunu bırakıp son kullanıcıya yansıyan fiyatlara odaklanalım. TTNet ADSL tarife sayfasından görüldüğü üzere, kotalı bağlantılarda bir değişiklik yok, yine ADSL hat açtırmak için 29 YTL ödüyor, sonra da 4 GB kota için aylık 29 YTL, 6 GB’lık içinse hızınıza göre aylık 39 veya 49 YTL ödüyorsunuz. Kotasız (limitsiz tarifelerde) ise hız artışı var. 49 YTL’ye 1 Mbit/s, 69′a 2 Mbit/s, 89 YTL’ye ise 4 Mbit/s aylık erişim ücreti ödeniyor.Tarifeyi değerlendirmeden önce artık Türk Telekom’un bir kamu şirketi olmadığını, bu durumda kamuoyunun, bizlerin kurumun faaliyetleri konusunda daha az hatta çok az söz hakkı olduğunu kabul etmeliyiz. Ticaret ahlakına, rekabet kurallarına, tüketici haklarına aykırı davranışlar olursa bunları denetlemek ve düzenlemek ilgili bağımsız kurumların görevleri.Bu açıdan baktığımızda benim yorumlarım Türkiye’nin altyapısı, ülke olarak İnternet erişiminin önemini kavraması ve erişimi yaygınlaştırması ile ilgili, kısa vadede de her medya organında yer alan “ADSL’de indirim” haberlerinin okurları yanlış yönlendirmesini engellemek amaçlı.
Hala En Pahalı Genişbant Bizde
Bu açıklamalardan sonra yine TT’nin “indirim” derken insanlara aynı ücreti talep eden fatura göndermeye devam ettiğini, aynı ücrete daha yüksek hız sunduğunu görüyoruz. Mevcut durumda 2 Mbit/s hızda dahi DNS ve diğer teknik nedenlerle web sayfalarını gezmekte bazı anlar büyük sıkıntı yaşıyorken yeni tarifelerdeki hız artışı kaçımızı ilgilendiriyor? Kaçımız daha yüksek bir hız istiyor? Önemli olan teknik altyapıdaki sorunların çözülmesi.
Evet artık 2 Mbit sınırsız tarife daha ucuza alınabilir ama müşterilerin de gidip tarife değişikliği için başvurması gerekiyor. İşte bu noktada tüketicideki atalet, ya da yüksek hızı bir süre deneme arzusu tarife değiştirmeyi geciktiriyor, bu durumda da indirim çok az tüketiciye yansıyor.
Daha da önemlisi, bugün Türk ADSL kullanıcılarının yaklaşık %85′i en ucuz tarifeden bağlantı alıyor. Yani 29 YTL’lik 4 GB kotalı erişimi tercih ediyor. Ve işte ADSL gelirlerinin çok büyük kısmını temsil eden bu tarife seçeneğinde 1 kuruş bile indirim yok! Yani yine milyonlarca kişi ADSL için aynı ücreti ödeyecek! (Ayrıca 29 YTL’lik tarifenin dengesiz kotasını ve fiyatını, kotanın yarım günde dolabileceğini Nisan ayında yazmıştım, bu yazının sonundaki “İlgili Yazılar” başlığından bulabilirsiniz.)
Dünyada eşi olmayan %85′lik en ucuz tarife tercihinin nedeni Türk insanının satın alma gücüne göre çok pahalı olan aylık erişim ücretleri. Alttaki tablodan da görüleceği üzere OECD ülkelerindeki en düşük geniş bant erişim ücretleri alt alta dizildiğinde Türkiye açık ara sonuncu. Tablonun satın alma gücü paritesine (purchasing power parity) göre düzenlendiğini, yatay eksendeki birimlerin logaritmik arttığına da dikkatinizi çekerim. Satın alma gücü paritesini çok sade açıklamak gerekirse ülkeler arasında belli bir ürün grubunun değerini eşitledikten sonra çıkan endeks diyebiliriz. Bu yöntemle döviz kurunu çevirmekle yetinmiyor, bir Türk’ün ekmek almak için elden çıkardığı gelirinin miktarı ile bir Fransız’ın aynı harcamasının gelirinde ne kadar yer tuttuğunu da anlayabiliyoruz.

Bakır ve İnternet Altyapısı 4 Mbit’e Hazır mı
Gelelim yeni tarife ile sunulmaya başlanan 4 Mbit/saniyelik aylık 89 YTL’lik seçeneğe. 4 Mb/s hız Türkiye’de sunulan en yüksek geniş bant hızı ama gerek bakır telefon hattı altyapımız gerekse de İnternet bant genişliğimiz bu hızı destekliyor mu bu büyük bir soru işareti. Zaten bu nedenle tarifede “4 Mb/s” denmiyor, “4 Mb/s’ye kadar” ifadesi kullanıyor. Bugün bakır hatları en iyi durumda olan yerlerde bile gerek binalar, gerek kabloların durumu, gerekse de santraller nedeniyle 4 Mbit hizmet almak imkansız. Örneğin İstanbul’da, yeni ve telefon hattına zarar vermemiş genç bir binada oturmama rağmen telefon hattım 4 Mb hızı kalıcı olarak koruyamıyor. Hat özelliklerimi kontrol ettiğimde bazı durumlarda 4,5 Mb/s görsem de çoğunlukla hattımın erişebileceği en yüksek hız 3680 Kb/s yani 3,6 Mb/s download ve 596 Kb/s upload olarak görülüyor. Bu durumda 4 Mb hız tarifesini seçmek benim durumumdakiler için pek de mantıklı olmuyor.

İstanbul’un semtlerinde bu kadar değişik sonuçlar alırken bina durumu ve pek çok diğer dış faktörden olumsuz etkilenen, incelen, zarar gören telefon hatlarının ne kadar hızlı DSL bağlantısı verebileceği de soru işareti. İş, yolculuk, tatil nedeniyle pek çok bölgede telefon hatlarından İnternet’e çıkmış biri olarak, özellikle kırsal bölgelerde hat kalitesinin ne kadar sorunlu olduğunu da gördükten sonra, Türkiye’nin yavaş yavaş bu konuda sınırlara geldiği uyarısını yapabilirim.
Dünya DSL2 ve farklı XDSL uygulamalarla 24 Mb/s gibi hızlara erişirken, yeni teknolojilerle bunlar da aşılırken gerek bakır gerekse de ülke İnternet altyapısının gözden geçirilmesi gerekiyor. Aksi durumda sınıra yaklaştığımızı söyleyebiliriz. Sınırın yavaş tarafında kalmak da uzun vadede bizi zararlı çıkaracaktır, bilmem söylemeye gerek var mı!

Technorati Tags: , , , , , , , , , , , ,

Sadece Hürriyet Değil Milliyet, Mynet, Sabah da Dünya Devlerini Geçti! Türk Haber Sitelerinin Dev Ziyaretçi Kitlesi…


Bugün Hürriyet İnternet sitesinde bir haber tam da son yazımın üstüne sanki bir cevap gibi geldi. “Gurur tablosu” adlı haber Alexa.com sitesinin istatistiklerine dayanarak Hürriyet gazetesinin web sitesinin ABD’nin The New York Times ve The Washington Post, Almanya’nın Der Spiegel, Bild, İngiltere’nin The Guardian gibi önemli gazetelerinin web sitelerine oranla daha çok okunduğunu duyuruyordu.
Alexa‘nın ne kadar güvenilir bir kaynak olduğunu “Daha çok ziyaretçi, yüksek Alexa sırası hedefi: Daha çok reklam almak için marka değerini düşürenler çoğalıyor” yazımda, sanki bir gün böyle bir haber yapılacağını öngörmüş gibi, sorgulamıştım. Bilgisayarla haşır neşir olmam dolayısıyla pek çok arkadaşımın bilgisayarında belli sıkıntılara, ayarlara yardımcı oldum ve bugüne kadar bir tekinde bile Alexa araç çubuğu görmedim. Ama İnternet’te de böyle başka bir başvuru ve karşılaştırma kaynağı sıkıntısı çekilmesi Alexa balonunu Türkiye’de şişirdikçe şişiriyor. Aslında gittikçe daha fazla sitenin kullandığı Google Analytics ile Google dünya İnternet trafiği hakkında bilgisi gittikçe artıyor, ellerindeki verilerin açıklanması pek çok şeyi altüst bile edebilir.
Alexa’nın referans olup olamayacağını bırakıp bu yazımdan hemen önce yazdığım “Porno Filtrelerine Takılır Hale Gelen Gazete Siteleri Kendilerinin ve İnternet Reklamcılığının Geleceğini Baltalıyor” başlıklı yazımda vurguladığım konuya dönmek istiyorum. Daha çok web sayfası göstermek için hem kalite düşürülüyor, hem de tıkladığınız haber hemen gelmiyor, arada ya özet haber geliyor, ya da o haberin ana kategori sayfası geliyor. Yani bugün örneğin Hürriyet ana sayfasında tıkladığınız bir ekonomi haberi çoğunlukla sizi ekonomi haberlerinin bir arada olduğu ekonomi sayfasına götürüyor, orada haberi tekrar arayıp bulup tıklıyorsunuz. Maalesef sadece Hürriyet değil bazı diğer sitelerimiz de bunu yapmaya başladılar.
İşte bu yöntem ile bir haber için ziyaretçi dolaştırıldıkça dolaştırılıyor, sayfa gösterim sayısı artıyor, teoride ziyaretçi sitede daha çok sayfa gezmeyi tercih etmiş oluyor. İlk paragrafta verdiğim bağlantıdan haberi okuyanlar, son yedi günlük istatistiklere dayanarak Hürriyet’in yabancı büyük gazeteleri ziyaretçi sayısında değil okunan sayfa sayısında geçtiğini iddia ettiğini göreceklerdir. Umarım gelecekte İnternet kullanıcı sayımız artar, Hürriyet ve diğerleri yabancı gazeteleri ziyaretçi sayısında da geçerler, ama şu anda rakamları doğru sunmak gerekiyor.
Birinci soru işareti Hürriyet’in ayda 30-35 milyon, diğer devlerin en fazla 26 milyon sayfa gösterdiği bilgisinin kaynağı hakkında. Çünkü “Alexa bizim aylık 30 milyon sayfa gösterişimizi XYZ rakamı olarak gösteriyor” deyip 30 milyon bölü XYZ işlemi ile katsayı bulup rakiplerin sayfa gösterimini buna göre hesaplamak imkansız. Zira her sitenin farklı bir sayfa ve sunuş yapısı var, ayrıca her ülkede aynı oranda Alexa kullanıcısı yok!
İkinci ve bu yazıyı yazmama neden olan soru işareti ise başarı sayfa gösterimi midir? Yani ayda 3 milyon ziyaretçisi olduğu tabloda ifade edilen NY Times neden sadece 13-16 milyon sayfa gösterebiliyor, Hürriyet üçte biri ziyaretçiye 35 milyon sayfa gösterirken? Yoksa yabancılar gazete sitelerine bir girip çıkıyor, “tasarımı değişmiş mi” diye bakmakla mı yetiniyorlar? Hiç sanmıyorum. Haber okutmak için haberin en olmadık yerinden tutup manşetler yapmak, habere ulaşmak için fazladan sayfa atlatmakla istatistiklerin çarpıtılması mümkün, bunu geçen sefer de zaten ima etmiştim.
Haydi tüm bunları bir anlığına unutalım ve Hürriyet’in yaklaşık 1 milyon aylık ziyaretçisi olduğunu söz konusu habere dayanarak veri kabul edelim. Yine Alexa’dan, bu sefer benim aldığım, sizin de ana sayfasından 30 saniyede kolayca elde edebileceğiniz istatistik ve grafiğe göre, son 3 aya baktığımızda Mynet haber bölümünün ve Milliyet.com.tr‘nin de hurriyet.com.tr’ye yakın sayıda ziyaretçisi olduğunu görüyoruz. Demek ki bu siteler de Hürriyet gibi ayda bir milyon ziyaretçiye sahip denebilir.

Hürriyet, 1 milyon ziyaretçiye 30 milyon sayfa gösterdiğini haberinde belirtiyor. Biz de yine Alexa’dan bakıyoruz, alttaki çizim bu sitelerdeki günlük sayfa gösterimini gösteriyor. Yine 3 site birbirine çok yakın, demek ki sadece Hürriyet değil Milliyet, Mynet Haber de Hürriyet kadar çok sayfa gösterimine sahip. Yani 30-35 milyon sayfa gösteriyorlar ve Hürriyet’in geride bıraktığı dünya devlerini onlar da geride, tozların arasında bırakıyorlar. Hatta tabloda 0.03 rakamında gruplanan ilk 3′ü takip eden e-kolay.net Haber bölümü ve Sabah gazetesi de 0.01 rakamında, bu da habere dayandırdığım tahminimce ayda 10-12 milyon sayfa gösterimi demek. Yani e-kolay.net Haber ve Sabah gazetesi de Washington Post ve diğer pek çok ünlü yayını geride bırakıyor.

Not: Bu arada hurriyet.com.tr’nin gazete sitesi olmayı çoktan aştığını, bir portal olduğunu kabul etmeliyiz, bu nedenle Mynet, NTVMSNBC gibi sitelerle karşılaştırabiliriz. Sadece gazetelerle karşılaştırabilmemiz için hurriyet.com.tr’nin de en azından bir gazete sitesi gibi görünmesi lazım, mesela The Washington Post ve yukarda adı geçen diğer siteler gibi ve de içeriğinin de bir gazete sitesinin bu kadar ötesinde olmaması lazım

Porno Filtrelerine Takılır Hale Gelen Gazete Siteleri Kendilerinin ve İnternet Reklamcılığının Geleceğini Baltalıyor

Bir süre önce bazı büyük, önemli günlük gazetelerimizin web sitelerinin bir Arap ülkesinden erişilemediğini okumuştum. Erişilememe nedeni ise teknik değil, ülkenin İnternet çıkışında etkili olan filtrelerin bazı site ve sayfaları engellemesiyle ilgili idi. Haberin doğruluğunu araştıramadım ama bugün Türkiye’nin en çok satan gazetelerinin web sitelerinin pek çok filtreye takılıp kalabileceği zaten tartışılmayacak bir gerçek. 15 gün önce bunlardan birinin günlük ilavesinin web sayfalarında sağlıklı yaşam ile ilgili bir makale okurken sol tarafta sadece göğüs uçları kapalı, tangalı bir kadın fotoğrafı ve altında “haber” bağlantısı o kadar büyüktü ki porno, vb. siteleri engelleme amaçlı, çocukların sağlıklı gelişimini koruma odaklı filtre yazılımların o sayfayı engellememesi düşük bir olasılık diye düşündüm.
Cinsellik artık gazete sitelerinin ana sayfalarında da fazlasıyla yer almaya başladı. Ama bu sitelerin son aylardaki olumsuz değişimi bununla sınırlı kalmıyor. Her ne kadar İnternet’ten gazete okumayı tercih etmesem de, haber ihtiyacımı NTVMSNBC, NET Haber gibi haber portallarından karşılasam da gazete web sitesi ziyaretlerim gittikçe daha sıkıcı ve yorucu olmaya başlıyor. Benim sıradan ve markayı basitleştirdiğini düşündüğüm pek çok uygulamadan bugün ele alacağım üç gereksiz uygulama bunlar:
Her haberi fotoğraflarla, animasyonlarla sunmak
Haberlere tıklayınca gelen sayfaların da bir “ara sayfa” olması, “okumak için tıklayın” denerek tekrar yeni bir sayfaya geçilmesi
Her haberi eksik, dikkat çekici, yanlış yönlendirici başlıklarla vermek.
Haberlerin aşırı görselleştirilerek verilmesinin uç örnekleri sürekli aynı politikacıların farklı yöne bakarken çekilmiş fotoğraflarının altına 2 satır yazı serpeştirip sahte fotoromanlar oluşturmak olarak verilebilir. Bugün son 4,5 yılda faiz, borsa, döviz ve altındaki gelişmeleri ele alan 20 fotoğraflık bir haberi okumak için harcadığım çaba elde ettiğimin kat kat üstündeydi. Hem de 20 görüntüdeki yazı bir normal sayfa etmeyecek boyutta idi.
Bu yönelim insanları okumaktan daha da uzaklaştıracak, habere değil görüntüye odaklanılmasını sağlayacak, o görüntü bin kelimeye bedel değilse de zaman ve efor kaybı yaşanacak. Bu uygulamanın sosyolojik etkileri başka bir konu, İnternet kullanımı açısından bakıldığında ise İnternet’in henüz TV ya da gazete olmadığını unutmamalıyız. İnternet’te okumayı özendirmemek, askine bundan soğutmak uzun vadede bu İnternet sitelerinin okur sayısı ve profilini de olumsuz etkileyecektir. Bu uygulamanın İnternet reklamcılığı konusundaki olumsuz sonucu ise sayfalardaki dev fotoğraf-haberlere odaklanan okurların bu görüntü, animasyon ve renkler karşısında zaten normalde yeterli dikkat çekmeyen reklamları fark etme olasılığının azalması. Yani reklam veren açısından dönüş alma şansının azalması.
Bu noktada kariyerimin başında medyada yer almış, daha sonra da medya planlaması yapmış, reklam veren konumuna geçmiş birisi olarak gelişmeleri olabildiğine tarafsız ve İnternet “medyasının” gelişmesi açısından ele almaya çalıştığımı belirtmek isterim. İnsanların çaba harcayarak, hem edebi hem sanatsal eforla bir araya getirdiği içerik, haber, sunu az sayıda insana ulaştığında, reklam alamadığında o yayını sürdürmenin amatör heyacanı maddi giderler karşısında ezilmeye başlar. Reklam veren açısından da sınırlı bütçe ile en doğru mecrayı kullanma kaygısı sürekli bir sorgulama ve değerlendirme eforu gerektirir. Bu ilişkinin sağlıklı olması için iki tarafın da diğerini aldatmaması gerekir ki uzun vadede iki taraf da kazansın.
Ama son dönemde gazete web sitelerinin adeta aldatıcı uygulamalarından biri de habere tıkladığınızda gelen sayfanın haberin ilk paragrafını ya da özetini içermesi ve altında kırmızı yazılarla “Devamını okumak için tıklayın” ibaresinin bulunması. Bu uygulama tamamen ziyaretçiye gösterilen sayfa sayısını arttırma amaçlı. Böylece Alexa gibi sağlıksız istatistikler platformalarında (bkz. Şubat ayındaki “Daha çok ziyaretçi, yüksek Alexa sırası hedefi: Daha çok reklam almak için marka değerini düşürenler çoğalıyor” yazım) daha yüksek sonuçlara ulaşmak hedefleniyor. Diğer hedef ise bin adet gösterim başına alınan ücretlerin daha çabuk “kazanılması”. Reklamınızın bin kez gösterilmesi için verdiğiniz ücretle aynı okura daha çok reklamınız gösteriliyor, ama okur habere ulaşma çabasında iken reklamları büyük olasılıkla dikkate almıyor. Gazete sitesi ise söz verdiği gösterim miktarına ve karşılığında aldığı ücrete daha çabuk ulaşıyor.
İşte bu şekilde siteler kendi geleceklerini baltalıyorlar. Daha önce pek çok yayın kuruluşundan gelen teklifleri değerlendiren ve genel bir plan oluşturma görevinde olan biri olarak bazı durumlarda medya kuruluşu ile ciddi pazarlık şansının olduğunu sık sık tecrübe etmiştim. Eğer gazeteler 1 kişiye 3 sayfa yerine 6 sayfa gösteriyorsa, bu kişi için reklam veren iki katı fazla gösterim ücreti ödüyor ama geri dönüşte bu oranda artış sağlamıyorsa “bin görüntüleme karşılığı” ücretlerin düşmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda ise kaybeden sadece bu gazete web siteleri değil diğer içerik üreticileri de olacaktır, çünkü reklam veren gazete sitelerini referans alacak, aynı hileleri uygulamayan sitelere de daha düşük bin gösterim ücretleri teklif edecektir.
Üçüncü ayıplı uygulama ise haber bağlantısında olabildiğince dikkat çekici, meraklandırıcı ifadeler kullanarak aynı kıymette olmayan haberleri de çok fazla okutma amacı. “Fenerbahçe’nin bombası ne?” diye soruyla verilen bağlantı sonrası gelen haberde Fenerbahçe’nin henüz 100. yıl bombasını patlatmadığı, bir ay sonra patlatacağı gibi bir bilgi ile karşılaşmak haber yayıncısına güveni sarsıyor. Ve bu konuda maalesef pek çok site yanlış örnek alıyor, benzer yöntemler kullanıyor. Reklam platformu açısından hile yine aynı amaca yönelik, daha çok sayfa okutmak.
Üç ana uygulamayı açmak oldukça yer kapladı. Aslında yazımın başına otururken reklamcılıkla, etikle ilgili biraz daha detaylı yazabileceğimi düşünmüştüm. Şimdilik İnternet reklamcılığının ülkemizdeki kritik önemine dem vurmakla yetinelim. Google Türkiye, gerek tepe yöneticisi ile gerek çalışanları ile hep ortalama bireyin medya tüketiminde İnternet’in yükselen payını gösterdikten sonra reklam pastasından İnternet’in aldığı düşük miktarı gösterip geleceğe yönelik çıkarımlarda bulunurdu, sanırım hala da bulunuyordur. Zaten bu çıkarım İnternet’in önemini anlayan insanları şaşırtmayacak bir beklenti. Ama eğer yayıncılar platformlarını modiye ederlerse, reklam vereni etkilemek için sadece sayfa gösterimine odaklanırlarsa, kullanıcı deneyimi, kullanılabilirlik gibi konuları görmezden gelirlerse İnternet reklam pastasından hak ettiği büyüklükteki dilimi almakta daha da zorlanacaktır.
Bu gazete sitelerinin ve bazı diğer sitelerinin böylesi hilelere girişmesinin reklam pazarındaki rekabetle ilgisini şimdilik fazla irdelemiyor, bazı başarısızlıkları ele almak için erken diyorum. Ama en azından okura veya tüketiciye ya da müşterilerine saygısızlık yaptıklarının bilince olmaları gerekiyor. Panayır web siteleri, kocaman kırmızı manşetler, çıplak kadın resimleri… Türk medyasının ulaştığı nokta bu mu! Tüm reklam verenler sizce böyle bir çizgi roman okuruna mı seslenmek ister…
İlgili yazılar:
Daha çok ziyaretçi, yüksek Alexa sırası hedefi: Daha çok reklam almak için marka değerini düşürenler çoğalıyor
Sadece Hürriyet Değil Milliyet, Mynet, Sabah da Dünya Devlerini Geçti! Türk Haber Sitelerinin Dev Ziyaretçi Kitlesi…
Technorati Tags: , , , , , , ,

Seçim Sonrası Piyasada Ne Olur

Bildiğiniz gibi sermaye ve para piyasaları üzerine değil daha çok makroekonomi, iktisat kuramları ve kurumları, ülkemizdeki eksik uygulamalar ve ikilimlerle ilgili yazıyorum. Belki benim fazla zaman ayıramayışım sonucu dikkatimi çekmemiş olma olasılığı olsa da, bireysel yatırımcıya yönelik seçim sonrası finans piyasaları yorumlarını çok az yerde gördüm. Çevremdekilerin de bana yorum yaptırması ve nereden fikir alacağız diye sormaları sonucu en iyisi çok derin olmasa da kendi yorumlarımı burada yazayım dedim.
Bu aralar yoğun olduğumdan piyasaları yakından takip ettiğimi söyleyemem. Gördüğüm ve görmüş olabileceğiniz üzere İMBK endeksleri (kısaca “borsa”) son dönemde ciddi yükseliş içinde, faizlerde temkinli bir düşüş, YTL’de ise güçlenme söz konusu. Bu gelişmelerin nedenini küresel finans piyasalarıyla açıklayabilir, geçen yıl yaşanan sarsıntının ardından kaybedilen ‘ivme’nin tekrar hızlanmaya başlaması olarak görebiliriz. Türk piyasaları 2006 baharı sonunda yaşanan çalkalanma sonrası diğer “gelişmekte olan” ekonomilerden koptu ve daha az “kazandırdı”. Şimdi ise aradaki fark kapanıyor.
Birinci Siyasi Senaryo
2001 sonrası ekonomi yönetiminin uygulama ve planlarının piyasaların istedikleri ile kesiştiğini kabul ettiğimizde, mevcut durumun, yani ekonomi yönetiminde statükonun korunmasının önceki paragraftaki süreci devam ettireceğini görüyoruz. Bu statükonun korunacağı beklentisi ve beklentiyi güçlendiren her haber, anket sonucu da borsada yükseliş yaşanmasını sağlıyor.
Mevcut ekonomi yönetiminin sürmesi, AKP’nin tek başına iktidar olması senaryosunda herhangi bir çalkantı ihtimali, para (faiz ve döviz) piyasalarında ciddi bir dalgalanma ihtimali kısa vadede yok denebilir. Tabii bu hükümetin sandalye sayısı ve tutumu da ana senaryonun alt senaryolarını belirliyor. Hükümet etmede sıkıntı yaşatmayacak bir sandalye sayısının yukardaki nedenlerle bir artısı varken bu sefer de güçlü hükümetin Cumhurbaşkanlığı seçiminde yine dayatmacı olup olmayacağı sorgulanacak. Burada bir sandalye sayısı vermek ve ona göre “piyasada bu olur” demekten ziyade kişisel kanaatim, eğer AKP tek başına iktidar olacak çoğunluğu yakalarsa seçim akşamı ve ertesi sabah Erdoğan ve Gül’ün Cumhurbaşkanlığı ile ilgili mesajları piyasa oyuncuları için manevra bahanesi olacak. Tahmin edilebileceği gibi uzlaşmacı bir tutum borsada kazanç, faiz ve dövizde düşüş trendini güçlendirebilir, aksi durumda ise kar satışları beklenenden erken yaşanabilir.
Belki de Asıl Soru: Küresel Risk İştahı Seçimin Etkisini Sıfırlıyor mu?
Bu haftaki “ralli” iki şekilde yorumlanabilir.
(Tümüyle) küresel risk alma iştahındaki artışın son günlerde açıklanan dış kaynaklı (ABD, Avrupa gibi) verilerden olumlu etkilenmesi
Veya üstteki etkiyle beraber tek partinin iktisat politikasında statükoyu koruyacağı beklentisinin önceden satın alınması.
Aslında bu iki olasılık arasında hangisinin güçlü olduğunu anlamak belki de tüm bu yazının siyasi analizinden daha önemli olabilir. Eğer ikinci olasılık doğru ise, siyasi beklenti önceden satın alınıyorsa aklımıza “borsada beklenti satın alınır, gerçekleşme satılır” deyimi de gelebilir. Yani piyasanın en olumlu karşıladığı “iktisadi statüko artı uzlaşmacı Cumhurbaşkanı” senaryosu bu hafta boyunca borsanın daha sonucu görmeden artmasının nedeni olabilir. Sonuç elde edildiğinde ise zaten buna inananlar çoktan kağıt aldıklarından kısa süreliğine kar realizasyonuna gidebilir, yani elde ettikleri bir haftalık karı “yeterli” görerek borsada satış (endekste geçici düşüş demek) yapabilir, tekrar satın almak için fırsat kollayabilirler.
Bu ralliyi ben burada yorumlamayacağım ama ikinci siyasi senaryoya girmeden önce küresel risk iştahı ve aşırı likiditeyi yorumlayalım. Az sayıda insan krizden birkaç yıl sonra TL güçlendiğinde bunun 1,250,000 TL/$ seviyesine kadar gidebileceğini beklemiyor, petrolün 75 dolarları görmesine ihtimal vermiyor, “bu durumda küresel çöküş olur” diyorlardı. Halbuki isim vermeyeceğim bazıları profesör ünlü az sayıda iktisatçı 2004 yılında, kısa vadede 1 dolar 1 milyon TL’ye inebilir diye aralarında konuşuyor, çok azı medyada dile getiriyordu. Onlara gülüp geçen fon yöneticileri portföylerini yanlış yönetti, bireyler de dövizden çıkmakta isteksiz kaldı. Bugün durum değişmedi, evet dünya ekonomisinde gidecek yer arayan aşırı likidite, fazla para artıyor, ülkemize de geliyor, döviz bolluğu yaratarak dövizi kıymetsizleştiriyor.
Ve dünyada enflasyonist baskı yaratırken her ülkede, evet her ülkede para politikasını daha “iktidarsız” kılmaya başladı bile. ABD ve Avrupa’da faizler %2 seviyelerinde iken bugün %5′lere geldi ama önceki seviyelerde korkulan enflasyon riski azalmadı, sadece devletler daha çok faiz ödemeye başladılar! Bu süreç devam edebilir. Geçen hafta yazıldığında daha az kişinin inanacağı, “petrolün varilinin 100 dolara yolu var iddiası” bu hafta da Goldman Sachs tarafından 95 dolar olarak dile getirildiğinden belki de daha fazla kişi “acaba” demeye başlayacak. Ama 100 dolar da küresel bir kriz yaratmayabilir. Aksine mevcut para bolluğunu tepe seviyelere çıkarıp ülkemizde 1 doları 1 YTL’ye yaklaştırabilir, küresel enflasyon baskısını daha da arttıracağı gibi…
Bunlara değinmemin nedeni garip bir dönemden geçişimiz. Dünya ekonomisinde bir düzeltme bekleyenlerin sayısı haklı olarak artıyor. Ama fay çatlamıyor, aksine üstündeki stres gittikçe artıyor ve daha da artacak ama çatlatmayacak gibi. Deprem olduğunda ise şiddeti tabii ki çok daha büyük olacak. Bu durum içinde Türkiye’de seçimlerin sonuçlarının piyasalar üstündeki etkisinin çok sınırlı kalabileceğini kabul etmek gerekiyor. Üç paragraf önceki dediğim gibi asıl soru, “seçim sonuçları piyasaları az mı etkiler yoksa çok az mı etkiler” olabilir!
İkinci Siyasi Senaryo
Gelelim seçim senaryolarının geri kalanlarına. Daha kısa ele almak ve yazıyı okunmaz uzunluğa taşımamak için AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı, bir koalisyona gireceği durumlar ile CHP-MHP ve gerekirse bağımsızlar koalisyonu gibi senaryolarının tümünü 2. ana senaryo olarak toplamak istiyorum. Bu senaryonun etkisini ele almak için, arada ele aldığım “küresel boyutta risk iştahının” değil seçim sonucu beklentisinin son haftada borsada yükseliş yarattığına inanalım. Eğer seçim sonuçlarının satın alındığını düşünürsek mevcut iktisadi statükonun korunmayacağı senaryosu son günlerdeki karların bir miktar realize edilmesine neden olur. Ama bence hem faiz, hem döviz hem borsada birden ciddi dalgalanmalar olmaz. Döviz piyasasında önemli belirleyici faktör piyasanın genişliği olacaktır.
Dar bir piyasada alımlar doları kolayca 1,30 YTL üstüne taşıyabilir ama 1,35 seviyeler çabuk görünür mü yorum yapmak benim tarzım değil. Fakat 1,50 YTL/$ gibi ciddi bir dalgalanma olacağına olasılık vermiyorum. Faizde de kısa vadede bir artış olabilir ama orada da %20′lere varılmayacağı kesin gibi. Ama tüm bunların ne yöne gideceği yeni koalisyonu kurması beklenen partilerin iktisat politikaları, mevcut durumla ilgili yorumları ve de Cumhurbaşkanlığı ile ilgili mesajlarına göre çok ciddi şekilde etkilenecektir. “Devletin”; Cumhurbaşkanı’nın, belki TSK’nın açıklamaları da piyasalarda etkili olabilir.
İşte bunlar 2. ana senaryonun alt senaryoları. AKP koalisyonu mu, CHP koalisyonu mu, bağımsızlara gerek var mı, yok mu, AKP’li ve çok az bağımsızı olan hükümet ama mutlaka uzlaşmayla seçilecek bir Cumhurbaşkanı mı… İşte bunlar konusunda herkes kendi yorumlarına göre hareket etmeli. Ama uzun uzadıya ele aldığımız küresel risk iştahı kanımca çok güçlü.
Kriz Korkusundan Kurtulmak
Bu yazıyı yazmaya beni motive eden de buna dikkat çekmek idi. Seçim sonucunun piyasaları ne kadar etkileyeceği ciddi bir soru işareti! En beklenmedik ve sürpriz sonuç karşısında bile bir iki günlük duraklamadan sonra borsada yükseliş, dövizde hareketsizlik devam edebilir. Yani seçim sonuçları sizleri, bireysel yatırımcıları korkutmasın. Büyük yatırımcılar, yerli ya da yabancı, uzun dönem trendini koruyan bir şekilde portföy kararları verecek, dalgalanmalar yaşansa bile orta vadede aynı patikaya geri dönülecektir.
Artık Türkiye’nin çok ciddi değişimi göze almadan kendi iktisadi durumunu ve fiyatlarını (borsa yoluyla şirketlerin fiyatları, kurlar yoluyla parasının fiyatı, faizler yoluyla borçlanmasının fiyatını) değiştirme gücü, kaderini tayin etme şansı kalmamıştır. Ve bugün Meclis’e girmesi beklenen partilerin oluşturacağı herhangi bir hükümet, uygulamada bazı değişiklikler yapsa, toplumun bazı kesimlerine daha az/fazla kaynak transfer etse bile, az önce dediğim ciddi değişimi yapmayı göze alamayacaktır. Yani naçizane tavsiyem ne “bu hükümet şundan şundan oluşursa şu olur” diye korkarak oyunuzu değiştirmenize, ne de “seçimden ne çıkacağı belli değil diye” paranızı yanlış değerlendirmekten korkmanıza gerek yok.
Şu ana kadar zaten bir pozisyon almadıysanız, Cuma’nın da son gün olduğunu unutmayın zaten. Dediğimiz gibi artık beklentiler çok önceden satın alınmaya başlanıyor. Pazartesi sabahı, 1-2 günlük kısa süreliğine bir fiyatta artış ya da düşüş bekliyorsanız gün içinde hareket etmek size beklediğiniz kazancı getirmeyebilir… Rahat olun, huzurlu olun, Türk ekonomisine güvenin, paramıza güvenin, kriz korkusuyla yaşamayı unutun!
Technorati Tags: , , , , , , , , , , , , , , , , , ,